Sayfalar

1 Aralık 2016 Perşembe

Fantastik Edebiyat

Lisede edebiyat öğretmenim fantastik edebiyattan haz etmediğini, o tarz saçma şeyleri okumayacağını söylemişti. O zamanlar bunu oldukça garipsemiştim; bir kitabı okumadan onun üstünden bütün bir alanı eleştirmek... garip gelmişti. Lakin öğretmenim de edebiyat açısından öyle boşlanacak bir adam sayılmazdı. Bilgiliydi. Yani yorumunu bir anlamda ciddiye almıştım.
Birçok defa, fantastik edebiyatın neden aşağı görüldüğünü düşündüm. Oysa derinlere inildiğinde, Türk Mitolojisi oldukça gelişkindir. Peki neden bizde fantazi edebiyatına ilgi az yada aşağılanır gibi duruyordu? Buna kendime göre bir cevap bulduğumu düşünüyorum.
Öncelikle fantastik edebiyat denilince akla ilk gelen isim olan Tolkien'den biraz bahsedelim. Tolkien, 1945 yılından 1959 yılına kadar Oxford Üniversitesi'nde edebiyat profesörlüğü yapmış, yani bu işte oldukça ciddiye alınması gereken bir adam.  Yani Tolkien bir eser yayınladığı zaman, konumu gereği, bu eserin oldukça ciddi, insan hayatını derinlemesine işleyen ya da ne bileyim, bildiğiniz klasik romanlar gibi bir şey olması gerek. Toplum ve edebiyat çevrelerinin böyle bir baskısı mevcut değil dersek yalan olur. Lakin Tolkien, bu kalıplardan sıyrılıp, dağlarından tutun ırklarına hatta yeni dillere varana kadar farklı bir dünya tasarlamak ve onun içinde yazmak istiyor. Yapıyor da. Her ne kadar 1937 yılında bastırdığı Hobbit, masal olarak görünüp edebiyat çevresinde çok önemsenmese de; 1954 ve 55 yıllarında üç cilt halinde Yüzüklerin Efendisi'ni yayınladığında, edebiyat çevrelerinde küçük çaplı bir skandal yaşanmıştır. Sonuçta koskoca edebiyat profesörünün yayınladığı esere bakın, haha!
Tarih oldukça acımasızdır. Tolkien'in yıllar süren kapsamlı çalışması, yıllandıkça öyle bir etki yapmıştır ki; sadece edebiyat değil sinema alanında da büyük ilgi görmüştür. Sonuçta, o edebiyat çevrelerinde bulunan, ulu profesörlerimizin eserleri kendi ülkeleriyle sınırlı kalmışken, Tolkien yeni bir çağda, ismi unutulmayacak yazarlardan biri olmuştur.
Peki ben niye Tolkien'den bahsediyorum, yazının konusu bu değil? Diye düşünebilirsiniz; fakat yanılırsınız. Çünkü, günümüzde fantastik edebiyat her ne kadar gelişmiş, çoğalmış gibi görünse de hepsinin temelinde O'nu görüyorsunuz: Orta Dünya'yı. Ve bundan kurtuluş yok. İşte Tolkien'in yıllar süren, yeni bir dil yaratmaya kadar varan, kapsamlı çalışmasının meyvesi budur. Köklerini ondan olan, geniş bir aile. Tolkien'in fantazi edebiyattaki önemini daha iyi anlamak istiyorsanız; Yüzük Kardeşliği kitabında Deniz Erksan'ın  Çevrilmiş Bir Yapıta Önsöz başlığı altındaki yazısını okuyabilirsiniz.
Şimdi gelelim Türkiye'ye. Neden bizde Fantazi edebiyatı bir türlü 'o' tadı vermez. Öncelikle, yaşadığımız dönem itibarıyla fantastik eserlerin yayınlanma şansının daha fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü, yetişen nesil biraz Harry Potter biraz Buz Ve Ateş'in Dansı ile bunu yakalamış gibi, sinema sektörü Star Wars, Avengers, Açlık Oyunları ve Labirent gibi filmlerle yazarları, bu edebiyat alanında yazmaya teşvik de ediyor. Lakin belli bir yaşı aşmış büyüklerimiz, bu edebiyat akımına asla yakalanmayacaklardır. Nedeni de şüphesiz ki tarihimizdir.
Türkiye yakın tarihinde birçok savaşın içinden çıkmak zorunda kalmış, hayatı daha ciddi yaşamak zorunda olan ülkelerden biridir. Elbette bu bir bahane değildir, fakat şartlar bizi daha sert konuların işlendiği bir edebiyata; drama ve acıya yöneltmiştir. Bu yüzdendir ki, benim lisedeki edebiyat hocam fantastik eserleri saçma bulur. Çünkü onun edebiyat dönemine göre bu eserler saçmadır ve bir anlamları yoktur. Darbeyi görmüşler, ülkenin içinden geçtiği sıkıntılı günlere tanık olmuşlardır ve kendilerince haklıdırlar. Bu yüzden, o nesli yakalamaya çalışmak boşa bir çaba olacaktır.
Gelelim günümüze.  Bana göre fantastik edebiyata atılacak yazarların en önce karar vermesi gereken şey şudur: Ben bunu, elimde kolay yazabileceğim, kafadan sallayabileceğim bir dünya olduğu için mi yazacağım yoksa gerçekten, içinde yaşadığım ve okuyanın da içinde yaşamak isteyeceği bir dünya olacağı için mi? Bu yazara kalmış. Ve ilk türden eserlerin yayınlanma şansı nedir bilmem ama kalıcı olma şansı yoktur. Gelelim ikinci noktaya. Türkiye üzerinden yazılacak fantastik eserin zorluklarından biri altyapıdır şüphesiz. Her ne kadar bu alanda güçlü eserler veren yazarlarımız olsa da elimizde dünya piyasasına sokabileceğimiz, ciddi bir eser yoktur. Bu da ülkemizdeki fantastik edebiyatın alt yapı sorununa yol açar. Bunu biraz daha açmak gerekirse.
Şimdi, elimize Yüzüklerin Efendisi'nden başka, son döneme damgasını vurmuş fantazi eserleri ele alalım: Bir tanesi, benim oldukça güzel bulduğum Harry Potter'dır ve diğeri de Taht Oyunları'dır. Önce Taht Oyunları'na bakalım. Şüphesiz ki Taht Oyunları'nı daha da popüler hale getiren dizisidir; fakat alıp okuduğunuz da edebi dilinin de oldukça iyi olduğunu görebilirsiniz. Fakat yaratılan bu yeni dünyada da O'nun etkisini çok açık bir biçimde görebilirsiniz. Peki Taht Oyunları'nı kurtaran ne? Yazarın da söylediği gibi tarihtir! Yani, Martin; oluşturduğu fantastik dünyayı, Orta Dünya'dan kurtarabilmek için, içine tarih katmış ve en önemlisi gerçekliği hissedilir seviyeye çıkarmıştır. Yani adam akıllı bir baş karakter yoktur. Bu da, okuyucuyu içine çekebilmesine neden olur.
Gelelim Harry Potter'a. Öncelikle HP'nin dili, TO'ya göre daha basittir. Lakin, bu kötü olduğu anlamına gelmez, aksine, okuduğunuz zaman sahneler gözünüzün önünde canlanır. Yani hayal gücünü harekete geçirir. Peki HP'yi ayıran nedir? En basitinden bize, kendi dünyamızın içinde yeni bir yol açmıştır. Yani, yeni bir dünya oluşturmak yerine Rowling, anlık bir ilhamla, sihir ve büyüyü bizim dünyamıza getirmiştir. Ve bunu kitaplarında o kadar güzel kullanmıştır ki, çocuklar için yazılamasına rağmen, her yaştan okuyucuyu etkisi altına alabilmiştir.
Peki, bu iki eserin vurucu noktası nedir? Elbette yaşadıkların ulusun edebiyat temelidir! Çünkü Rowling, İngiltere'de, Tolkien'in eserini verdiği, temellerin yıllar önce atıldığı bir çevrede eserini sunmuştur. (burada bahsettiğimiz yayınlatma zorluğu değil, okuyucudur.) TO'nun durumu da farklı değildir. İngilizlerle, dil açısından ortak bir değere sahip olmalarının yanında, süper kahraman filmleriyle halkın içinde fantastik dünya neredeyse yer etmiştir. Hatta Martin'e, American Tolkien diyecek kadar yakındır bu çevreler ve temeller.
İşte, bizim ülkemizde fantastik edebiyatın en temel sorunu budur: yani temelin kendisi! Bizim, yazacağımız fantastik eserlerin, gerek coğrafi konumumuzdan, gerekse kültürel açıdan bu topluma göre değişim göstermiş, adapte olmuş olması gerekiyor şüphesiz. Fakat bu değişim; hadi Osmanlı'da bir fantazi yazalım ya da Eski Türkler ejderha ile kapışsın, gibi olursa pek işe yarayacağını düşünmüyorum. Çünkü unutmayın ki Tolkien sadece ülkesinde değil tüm dünyada bir temel atmıştır.  Bu yüzdendir ki Türkiye'de fantazi edebiyatında kalıcı olmak isteyen yazarlar için işler oldukça zordur. Çünkü önlerinde, çevresine uyum sağlamış ve kendisini kabul ettirmiş öncü bir eser yoktur.
Bazıları, bunun doğru olmadığını düşünebilir elbette, önceki yıllarda yazılmış çok önemli eserler vardır belki bilemiyorum. Fakat bu, bir şekilde insanları yakalayamamış demektir. Günümüzde İhsan Oktay Anar gibi yazarlar bu temel için katkıda bulunmaktadır ve edebi dilleri oldukça iyidir. Lakin, yukarıda değindiğim noktaları karşılayan bir eser mevcut değildir. En basitinden, okuduğunuz bir fantastik eserde isimleri değiştirin; ailenizdeki insanların ismini koyun, arkadaşlarınızın ya da kafadan sallayın. Eserin ne kadar yabancılaştığını fark edeceksiniz. Oysa ki onu ingilizce bir isimle okurken bu kadar yabancılık çekmezsiniz. İşte bunun nedeni, oluşum aşamasında diyebileceğimiz o temeldir. Açıkçası ben bu temelin önümüzdeki on beş yıl boyunca oluşabileceğini sanmıyorum. Tabii önümüzdeki on beş yıla ülkenin durumu ne olur(!) o da ayrı bir konu.  Kaldı ki böyle bir eser ortaya çıktığı zaman, değerinin hemen anlaşılacağını da düşünmüyorum; fakat uluslararası camia,gerek  filmlerinde  gerek edebiyatında, fantastik bir dünyanın açlığını çektiği sürece bir şekilde eser, kitleye ulaşacaktır. 

Kerem bir an tereddüt etti; fakat Mahmut ayağa kalktığı anda onun işini bitirebilirdi. Başka çaresi yoktu, asasını kaldırdı: Kurusio!   :)

Dipnot: Türkiye'de düzenlenen bazı bilim-kurgu öykü yarışmaları, ödülleri kendi içinde döndürmeye devam eder, iyi yazdığına şüphe etmediğim; fakat ortalama bir yazar olmaktan ileriye gidemeyecek insanları teşvik etmeye devam ederse korkarım ki o temeller hiçbir zaman gerektiği kadar ciddi bir duruş sergileyemeyecektir.

27 Nisan 2014 Pazar

Bay Gregson ve Tutsağı

  Kedi tam bir budalaydı. Evde dolaşan fareleri bıkkın gözlerle izliyor, hayvan bir köşede gözden kaybolunca da  dalga geçer gibi bana bakıyordu. "Fare senden daha aktif,"dedim kediye, "senin yerine onu beslesek daha iyi." 
   Yav he he, der gibi miyavlıyor kedi. İsmi de kedi zaten; şahsen ben cins isim seviyorum. Zaten hayvanda çok özel değil; fare peşinde bile koşmuyor. Bütün gün ya evin köşelerinde, ya koltukla, bazen de televizyon masasında uyuklayıp duruyor. Yerini de bilmiyor hayvan, benimle eşit şartlarda görüyor kendini. Neyse ki kapı açılıyor da aramızdaki zihinsel tartışma ilerlemeden son buluyor. 
   Kapıda beliren Ajan Gregson, Türkçeye çevirince Gregoğlu gibi bir şey oluyor, fakat ben saygı çerçevesi içinde ona Bay Gregson diyorum. Ajan Gregson'ın üç yüz lira saydığı Rayban gözlükleri ile kapının eşiğine bıraktığı Bim poşetleri bir tezatlık oluşturuyor. Kırlaşmış saçları teriyle ıslanmış, aksiyon dolu yılların getirdiği kırışmış alnına düşüyor. 
   "Hey man!"diyor gözlüğünün üstünden bana keskin bir bakış atarak, "What da fuck are y doing, take this shit!"
    Hemen ayağa fırlıyorum tabi ama lafımı da esirgemiyorum, "Abi ayıptır kaç yaşında adamsın, nimete shit denir mi hiç!" 
    Ajan Gregson tehditkar bir şekilde bana silahını gösteriyor. Hiç sesimi çıkarmadan poşetleri alıp mutfağa gidiyorum. Kedi, büyük bir arzu ile benim mutfağa girişimi izliyor. Gözleri poşetlerde. Bir nevi Garfield; yemek ve uyumak, işte bütün mesele bu. Poşetleri sertçe kedinin önüne attıktan sonra kapıda bekleyen ajana sesleniyorum. 
   "Abi bi soda vereyim?"
   "Limonli."diye cevap veriyor. Limonli tabi yavşak, sade soda aldığın mı var eve. Neyse bu içsel konuşmaları dışa vurmamak lazım. Bugün kurtuluş günü.
  Bay Gregson'a gülümseyerek limonlu sodasını uzatırken, "abi dışarıda kaldın içeri gel, come come."diyorum. Sodasından sağlam bir fırt çektikten sonra babacan bir tavırla bana bakıp, "Seni neden tutukladilar, iyi birine benziyor sen."diyor.
    "Eyvallah abi,"diyorum boynum bükük, "aslında bi suçum yok. Az kaban tutsağıyım ben."
    "Azkaban mi?"
    "Hee, az kaban satmadık zamanında. Orjinal ürünler bile elimizden geçiyordu ama - "
    "Bir dakka ya, kaban ne?"
    "Mont abi, jacket jacket," bir de ilkokul ingilizcesini küçümserler, "ben bunlardan satıyordum, bir gün bi arbede oldu bizde müdahale ettik o sırada biri bizim kabanlardan birinin içine elmasları dayamış kaçmış. Sonra zaten etrafı Rayban'lılar sardı. Devamını biliyorsun zaten."
    "Hım,"diyor bay Gregson, sodasından bir yudum daha aldıktan sonra, "ee o zaman senin bir suçin yok."
    "Aman ha abi,"diyorum sesimi azaltarak, "çaktırma, ben bir daha nerde yaşayacağım böyle ekmek elden su gölden. Baksana bütün gün yatıyorum, kapımda ajan var güvenliğim sağlam; yiyeceğim içeceğim ayağıma kadar geliyor. Daha ne olsun!"
    Bay Gregson soda şişesini salona doğru fırlattı. Şimdi burada zikredemeyeceğim bir takım ingilizce küfürler ettikten sonra, gayet düzgün bir Türkçeyle özellikle k'da ve r'de vurgu yaparak 'siktir ulan!' dedi ve gitti. 
  Sonuç mu? Ertesi gün serbest bırakılmıştım. Bay Gregson, James Bond filmi izlemek yerine biraz daha kitap okusaymış ters psikolojiyi çözermiş. Ben nereden mi biliyorum; çünkü Mentalist izliyorum.

3 Şubat 2014 Pazartesi

Çelme Atmak... Özlemek

   El Salvador sokaklarında bir başımaydım. Saat sabahın 4'ydü. Her tarafta bir ölüm sessizliği hakimdi. Buna rağmen birkaç evin penceresinden yanan lambaların ışığı dışarı süzülüyordu. Hiçbir şey düşünmek istemiyordum; zihnim bir boşluğun içine gömülmek istiyordu sanki. Ama tek yapabildiğim düşünebilmekti benim. Şu anda yürüdüğüm yoldan belki de bu beşinci geçişim. Ama umurumda değil, daha önemli meseleler var aklımda. Mesela Burger mı Mcdon. mu? Ya da Jennifer Lawrence tatlı, sempatik ama çok seksi değil sanki? Sütsüz cicibebe mi olur hıımına?
   Meydandaki küçük, oval bir havuzun etrafına dizilmiş banklardan birine oturdum. Burası gündüzleri çocuk parkıydı geceleri sessiz bir meyhane. Uzak köşede şarap çeken birkaç kişi dışında etrafta kimsecikler yoktu. Havuzun ortasından yükselen küçük fıskiyeden sızan suya bakarken içim geçmiş; aniden yükselen ezan sesiyle kendime gelmiştim. Kalkıp gitme vaktiydi. Parktan çıkarken şarapçıları gördüm. İki kişiydiler ve ezana saygılarından o an içmeyi bırakmışlardı. Gülümsedim ve yeniden sokaklara karıştım.
   Köşe başındaki midyeciyi gitmeden yakalamıştım.
   "Abi bu saate kadar durulur mu?"dedim midyeciye.
   "Ekmek parası be abi, evde bekleyenim de yok. Takılüüz işte."diye yanıt verdi. Yine de güvenemedim be; ancak iki midye atabildim ayıp olmasın diye. Daha fazlası bağırsaklarımı isyana teşvik edebilirdi çünkü. Tam para üstüne uzandığım sırada arkamdan son sürat koşarak geçen bir uluslararası suçlu beni midye tezgahına doğru itti. Bereket midyeci ani bir hareketle kenara kaçmış; filmlerde kız kaldırılan o düşmeli pozisyona iki erkek olarak düşmemizi engellemişti.
   "Allah belanı virsin bee!"dedi midyeci ellerini açıp beddua ederek. Ayağa kalktığım sırada, arkadan gelen FBI ajanı küfürler savurarak beni yolundan çekilmem için kenara itti. Ben yeniden midyelerin üzerine düşerken bu aksiyondan bunalmış olan midyeci; ajan tam önünden geçeceği sırada ayağını hafifçe uzatıp çelme çaktı.
   Tabii ajan patır kütür, yuvarlana yuvarlana üç metre kadar gitti. Biz olsak, normalde ağaçtan dökülen eriklere dönerdik. Lakin adam öfkeyle yeniden ayağa kalkıp midyeciye baktı; alnında küçük bir çizik vardı ama makyajından be yakışıklılığından bir şey kaybetmemişti. Eli silahına gitti. Ama tam o sırada içinden bir ses: "sen FBI ajanısın, görevine odaklan, boşver bunu. Vatanı, dünyayı kurtar oğlum."demiş olacak -ki bu ses büyük ihtimal zenci amirine ait, genelde zenci seçerler amirleri- öfkeli bir şekilde bağırıp yeniden koşmaya başladı.
   Midyeci doğrulmam için elini uzattı. Genelde bu uzatılan el, güç kullanarak çekme amaçlı değil, sembolik bir hareket olarak yapılır. Yerdeki tüm gücüyle kalkarken ötesi hafifçe eliyle çeker, sembolik işte. Ama benim sembolik halim yoktu. Uzatılan eli geri çevirmedim, ama kalkmak için bir çaba da sarf etmedim. Bu beklenmedik hareket karşısında şaşıran midyeci beni çekip kaldırmaya çalışsa da başaramadı.
   "Tamam bırak, ben kalkarım."dedim, sözümün eriyim, kalktım da. Ama midyeci bozuldu. Zaten tezgahı da mahvolmuştu.
   "Abi bi el atsan?"dedi.
   "Valla koca gece ayaktaydım, kusura bakma aga."dedim, küfür etti içinden tabi ama; etrafa saçılmış o midyeleri toplama bahanesiyle birkaç tane cebe sıkıştırıp, hırsızlık yapmak istemiyordum.
   Yeniden yola koyulduğumda güneş neredeyse yüzünü göstermişti. Dumanı tüten yanardağ, binaların arasından başını uzatmış, ulu bir şekilde bekliyordu. Ulan, tam da piknik havası vardı. Çıkacaksın Chaparrastique'nin yamacına, yakacaksın mangalı ohhh. Ama olmadı tabi.. Koca gece gezdiğim, parkta bir ara sızdığım için üşütmüştüm. Otel odasında, maç çıkışı kokulu küçük yatağımda yatarken keşke evde olsam dedim. Eve gidince annem göğsüme ve sırtıma ütü vasıtasıyla ısıtılmış havlulardan koyar; Birkaç ilacın prospektüsünü dikkatlice okuduktan sonra ilaçları tek tek yuttururdu.Yorgan, battaniye ne varsa üstüme atar; ben kendimi taht kavgasında boğdurulan kardeş gibi hissetsem de bakışlarıyla yorganın altında tutmaya devam ederdi beni.  
 

27 Ocak 2014 Pazartesi

Boş Adam

   Pek öyle lafı edilecek bir adam değildi. Sınırlarını bilirdi ama çok az insanda olan bir yeteneğe sahipti: Nerede susacağını bilir, konuşmadan önce cümleleri aklında tartıp öyle masaya sunardı. Bunun dışında basit biriydi, gün içinde yanınızdan geçip giden özelliksiz bir adam gibi.
   Derslere geç kalmaz, sınıftan sessiz bir ruh gibi ayrılırdı. Onu birileriyle muhabbet ederken yakalamak zordu. Hele gülerken hiç göremezdiniz. Bakışlarındaki derinlik ona, her saniye düşünen bir adammış görüntüsü veriyordu. İki saatlik aralarda kantinde yalnız başına yemeğini yedikten sonra kütüphaneye geçip kitapları karıştırır, derslerle ilgisi olmayan şeyler okurdu. Özellikle matematiğe garip bir ilgisi vardı.
   Biliyordum; çünkü birkaç aydır takip ediyordum onu. Bir insan, hele Türkiye'de, bu kadar bilge görünemezdi. Cıvıdığı bir nokta, "Lan munagoyim,"dediği bir yer vardır elbet diye düşünüyordum. Sonuçta burası Türkiye munagoyim! Ama yok, herif sanki dünyaya yeni bir din yaymak için gelmişti. Bir gün dayanamadım, kantinden gökten iner gibi yanına çöktüm. Düşünceli bakışlarıyla birkaç saniye beni süzdükten sonra önüne döndü yeniden. Direk konuya daldım.
   "Aga, sen hiç cıvımaz mısın?"dedim, "küfür ettiğin, sinirlendiği bir nokta yok mu? Niye hayatı çözmüş gibi bakışlar atıyorsun?" Yanıt vermedi. Sinirlendim, "Konuşsana lan, böyle hayat geçer mi!"dedim.
   "Her şeyin bir sırası var,"dedi, ses tonu ona yağmurda yürüyüp şiirler okuyan bir şair havası katıyordu, "şimdi yemek yiyorum, sonra."ve ağır ağır yemeye devam etti.
   Tamam lan,dedim. Hiç konuşmadan yemeğini bitirmesini bekledim.
   "Ne istiyorsun?"dedi en sonunda.
   "Sürekli depresif kimliğin ve bilge tavırların canımı sıkıyor."dedim açıkça, "ulan feysbuk'un bile güncelsizlikten can çekişiyor. İnsan bi kardeşiyle "yakışıklım yada güzelim,"adı altında bi fotoğraf koyar, ne biliyim daha önce okumadığı kitaplardan alıntılar yapar, yediği yemeğin resmini çeker koyar ya da ne biliyim en basitinden vesikalık koyar lan!"
   "Doğru düzgün bir soru sormayacaksan gidiyorum."diye tersledi beni. İyice gerilmiştim. Herkesin herkesleştiği, herkesin popi olmak için can attığı şu dönemde böyle insanların nefes almasına olanak yoktu.
   "Siyasi görüşünü söyle bari."
   "Karikatürler."diye yanıt verdi. Beni şaşırtan bu cevap karşısında, ciddi mi değil mi diye baktım ona. Oldukça ciddi görünüyordu.
   "Egzantirik yapma bana, bu bi siyasi görüş değil."
   O bilge tavrıyla süzdü yine beni, sonra lafa girdi, "Daha önce hiç köpek görmeyen birine böyle bir varlığın olduğunu söylesen ve senin memleketinde yaşadığını. Ama o bunu reddetse, köpekler varolmaya devam eder mi, etmez mi?"
   Vay pezoooo, dedim içimden, "Tamam tamam iyi yerden yakaladın da; bu böyle gitmez hacı. Hani, bilge, yalnız, depresif falan da.. nereye kadar? Bak gençsin daha, ellilerine, altmışlarına doğru yaşa bu durumu. Böyle gençlik mi geçer lan! Rus'a falan git en azından, bak o zaman bilgelik falan kalmaz iki büklüm olur metrodaki insan kıvamına dönüverirsin."dedim. İlk defa gülümsedi, fazla değil ama. Ağzını fazla germeden, kısa, yerinde bir gülüş attı. Sonra ayağa kalktı.
   "Ben boş adamın biriyim,"dedi, "bakma sen bu tavırlarıma. Sonuçta herkesin evinde ardına gizlenecek bir perdesi vardır. Gece olunca hepsi perdeleri çeker, örtünürler. Sana iyi günler."dedi ve çekti gitti. Ben ise, Sokrates'le konuşmanın verdiği heyecanın ardından, "vay m.koyimmmmm,"diye neşeli bir nara attım içimden.

26 Ocak 2014 Pazar

Kamil

   Kamil son derece sıkılgan bir adamdı. Bu sıkıntı dolu benliği yer yer ona depresif ataklar yaşatsa da kendini seven bir adamdı. Yine de normal insanlar gibi davranmak adına ara ara arkadaşlarıyla takılmak zorundaydı. İşte yine o günlerden biriydi. Yatarak, film izleyerek sonra uyuyarak sonra yine film izleyerek geçmesi gereken bir haftasonu daha dostlar meclisinde ziyan oluyordu.
   İlk önce bir AVM'de buluşmuşlardı. Kamil, daha oranın girişine adım atar atmaz bunalmış, kızmıştı. Çekirge sürüleri gibi insanlar giriş kapısında sıra oluşturmuşlardı. Oyun parklarında koşturması gereken piçler ayak altında dolanıyor, ışıltılı vitrinlere yapışıyorlardı. İş yerinden olan iki kız arkadaşı geldi ilk önce, kısa bir merhabalaşmadan sonra bir osuruk sessizliği oldu. Bilirsiniz: sanki biri osurmuş diğerleri bu sürpriz durumda ne diyeceğini bilemez halde susmuş gibi. Neyse ki Ercan birkaç dakika içinde yanlarında bitmiş; bitirici kimliği ve hatunların çok huşuna giden şöleli dikik saçlarıyla ortaya çıkmıştı. Kızlar onu görür görmez heyecanlanıp, gülümsemişler; adeta boğulmak üzere olan birinin can simidine sarılması gibi üzerine atlamışlardı. Kamil, çok alıngan bir insan değildi ama böyle durumlarda, hem çağrılıp hemde ikinci sınıf konumuna getirildiğinde sinirleniyordu.
  Ercan birkaç yalandan muhabbet çevirdi Kamil'le. Sonra kızları aldı yamacına yavaş yavaş sıraya girdiler. Kamil arkadan takip etti. İçinden geçtiği metal dedektörü ota boka, ritimsiz bir şekilde ötüyordu. İnsanlar ikili ikili geçiyorlar, deve kuşu gibi boynunu uzatan güvenlik ise bir durum var mı diye heyecan yapıyordu.
   Kızlar alış-veriş için birkaç yere uğrayacaklarını söylediğinde Ercan kaş göz yaptı Kamil'e.
 "Siz takılın,"dedi Kamil, "bana haber verirsiniz, ufak bi işim var."diye yalan söyledi. Ercan bu haberi sahte bir sevinçle  göğsünde karşılayıp yere indirdi. Artık topu sürüp ceza alanına gidecekti.
  Kamil alık alık gezinirken dienar gözüne ilişti. İçeride bir insan seli vardı. Girdi Kamil, baktı herkes bir şeyler bakıyor, aranıyor. Kitap arkalarını okuyup geri koyuyor veya birkaç sayfa daha karıştırıp bırakıyor. Çok Satanlar'a baktı. Ne kadar çok bilinmedik çok satan yazar varmış mınagoyim, dedi. Birkaç kitaba baktı; hepsi birbirinden basit konulardı. Orjinal konusu olan bir tane bile kitap yoktu. Taht Oyunları adlı son dönem popüler edilmiş eser ise ayrı bir konuydu. Kitap kendinden prim yapmıyordu; dizi kitabı yukarı taşımıştı. Önüne gelen her modern insan şimdi yeni sezonu merak ediyordu. Modern insanın derdi buydu artık. Ortadoğu'da dönen filmler çok farklıymış gibi şimdi fantastiğe asılıyordu.
  Yine sinirlendi, sıkıldı Kamil. Dışarı çıktı. Havada göt yakan bir soğuk vardı. Biraz dolandıktan sonra Ercan aradı, yeniden buluştular. Kızlar ellerinde birkaç parça poşetle güle oynaya geliyorlardı.
   "Of, rahatladım valla. Bütün gün iş stresi bitiriyordu beni."dedi Aydan.
   "Eee,"dedi Ercan, "Aydan gelen huya gider." ve zazara zuzara gülüşmeye başladılar. Senin ağzını s.kim dedi Kamil ama iç sesiyle. Dıştan ise hafifçe tebessüm etti o kadar. Daha sonra Ercan'ın takıldığı küçük bir kafeye oturdular. Kafe küçüktü ama menüleri geniş kaplı tarih kitaplarından farksızdı. Birkaç sayfayla sınırlandırılmış menü tarih kitapları kadar kalın olmasa da fiyatlarıyla bu açığını kapatıyordu.
   Kahveler, sahlepler söylendi, sigaralar yakıldı. Ercan s.k s.k espriler yaparak kızları güldürüyor, arada Kamil'in de katılması için sahte bir dize dokunma hareketi yapıyordu. Sonra konu ilişkilere geliyor, kızlar bu konudan çok dert yanıyorlardı. Zira ikisininde takılacak kimsesi yoktu; hatta kimsesizlikten Ercan ve Kamil'e kalmışlardı. Haftasonlarını Avm'de iki malla geçiren kızlara Kamil yardımcı olmak istemişti aslında; fakat Ercan büyük bir meyille, sinsi bir yılan gibi iki hatuna birden yavşıyordu. İlgisizlikten örümcek ağı bağlamış iki hatun da bu durumdan rahatsız görünmüyordu aksine kahkahalar havada uçuşuyordu. Daha sonra konu politikaya iç meselelere geldi. Mınagoduklarım en azından yandaş gazete okuyun lan, dedi Kamil içinden, o kadar sığ yorumlar yapıyorlardı ki yayını terk etmek isteyen bir sanatçı gibi kalkıp gitmek istiyordu Kamil.
   "Asıl Gezi fena oldu ya,"dedi Ercan.
   "Yaa evet de onun ilk gelen insanları güzeldi sonra Gezi bozuldu."dedi Necla.
    He, he mınagoyim. İstanbul bozuldu, Gezi bozuldu, şu bozuldu, bu çok popi oldu. Her s.ke bi sizin aklınız eriyor. Amerika kıtasını önce keşfedip, sonra buraya hiç insan gelmemesini beklemek gibi bir şey lan sizin ki! Kaldı ki hafta içi köle gibi çalışan haftasonu da aldığı parayı yine onu köle gibi çalıştıranlara veren bir insanın bu tarz konuşması Kamil'i iyice germiş, sinirlerini yıpratmıştı. Kalktı gitti masadan, hiç bir şey söylemedi. Hesabı da bunlara itelemişti. Gönlü daha ferahtı artık. Evine gidip film izleyecekti şimdi.

21 Ocak 2014 Salı

Geçen Yine Kendimi Sorguluyorum

O klasik anlardan biriydi. Ne yapacağımı bilemez halde bir şey yapmamaktan sıkılıyor ve hiç bir şey yapmak istemiyordum. Beynimin saatlerce uyuşmasına izin veriyor onu tetikleyecek herhangi bir hamleye müsaade etmiyordum.
   Ne yapıyorsun keranacı? dedim kendi kendime. Bilmem, dedi içimdeki ben. Bilmek için bir şeyler okumak lazım, dedi. Edebi edebi konuşma, diye cevap verdi diğeri, git bi çay koy!
   Arkadaşlarımın arasında sürekli, şarkıya detone giren Tuğba Ekinci gibi hissediyorum. Azmim ve isteğim takdire şayan ama backvokeller olmasa s.çtım. Yine de devam ediyorum şarkıya. Dedim ya azmim takdire şayan. Kaldı ki ben varoş mahallelerinde Megadeth, Ludovico dinleyen bir adamım. Bulunduğum konuma tersim, hayatım boyunca da böyleydi.
   Metrobüste her gün karınca sürükleri oluşturan insanlar, otobüsler maç sonu soyunma odası gibi kokar... Köle lan bu insanlar derim. Ben değilim di mi? Sonra bi bakmışım okuldan dönüyorum, onlarla aynı otobüsteyim, metrodayım. Birileri beni o saate kadar canımın istemediği bir şeyi yapmam için alıkoymuş. Ama bu alıkonulan derslerin saati günden güne değiştiği için ben buna üniversite özgürlüğü diyorum. Haftasonu da birkaç arkadaşınla takılıp içiyorsun... Ohh özgürüz.  Kendime koca bir NAHHHH, çekiyorum.
   Peki, ne yapmak istiyorsun lan, söyle. diyor içimdeki küçükten yetiştirilmiş, kendine ait olmayan düşüncelerle yüklenmiş olan ben.
   Bir şey yapmak istemiyorum, diyorum, hiçbir şey yapmayıp bu eylemsizlik halini korumak istiyorum mınakoyim! Sonra kalkıp hiç kimseyi ilgilendirmeyen, beni ilgilendiren şeyler yapmak istiyorum.
   Malsın, diyor diğeri. Haklı da, insanları bu duruma muhtaç ediyorlar. Değiştiremezsiniz, para kazanmaları gerek. Sizi de bu batağa çekiyorlar; okursanız kafesiniz daha geniş oluyor hepsi bu.
   Edebi edebi konuşma, diyor sonra diğeri, git bi çay koy!

8 Kasım 2013 Cuma

Cümle

 Hani gidiyorum ya şimdi böyle
İlk önce bir sıkıntı oluyor.
Çirkinsin desem değilsin; zaten ben güzele güzel demem
Terk edilmedikten sonra…
Hani anıyorum ya seni şimdi böyle
İlkten bir gülesim geliyor. 
Hatta ve hatta noktalama işaretlerine dikkat etmeyesim geliyor?
Hani mesela bir şehir olarak doğsaydım; Hiroşima olurdum.
Hani diyorum ya şimdi böyle
Aslında demiyorum, çok sıkıcısın.


Cümlenin özünde; aslında iyi bir insanım.